
Bir diyarda doğduk. Önce o diyara yabancıydık ama zamanla benimsedik.
Kendi iç dünyamızda bir yol çizmeye başladık. Henüz bireydik, topluma karışmamıştık.
Sonra ilk topluluk denilen kuruma girdik: Okul.
On iki yıl boyunca orada kaldık, öğrendik, büyüdük.
Sonra başka bir topluluğa geçebilmek için sınava girdik. Kazandıysak bir yol aldık, kaybettiysek başka bir yola savrulduk.
Her iki durumda da “asıl enerjisi yoğun” olan yeni bir topluluğa adım attık: Çalışma hayatı.
Orada işleyişi öğrendik, emeğin değerini anladık.
Küçükken bize öğretilen değerlerle büyüdüğümüz için temel kaidemiz hep aynı kaldı:
Saygınlığımızı, kişiliğimizi ve erdemimizi korumak.
Sonra âşık olduk, sevdik, üzüldük, mutlu olduk. Bir karar verdik: Evlendik. Mutlu ya da mutsuz, bir ev kurduk.
İki kişiyle kurulan bu birliktelik, aslında “topluluk bilincinin” en saf haliydi. Sorumluluk aldık, fedakârlık yaptık.
Ama hayat, akıp giden bir girdaptı. Arkada kalan şeyler hep “vakit”ti. Rakamlar, tarihler değişti; yıl değişti, ay ve gün aynı kaldı.
Doğum günümüz geldi, kutlandı. Bir pasta kesildi, birkaç saat mutluluk yaşandı.
Teşekkür aldık, hatırlandık, kendimizi değerli hissettik. Ama ertesi gün hayat kaldığı yerden devam etti.
İnsan dediğimiz varlığın logaritmasına eklenen şey, aslında duygulardır. Sevinç, keder, umut, hayal kırıklığı…
Biz, duygularımıza hükmetmeye çalıştık, hâlâ da çalışıyoruz. “Kontrol” dediğimiz mekanizmayı kurduk.
Oysa belki de duygular, kontrol edilmesi değil, anlaşılması gereken bir şeydi.
Bugün dünyada hızla yükselen bireycilik, sadece kendimiz için yaşamayı hayatın en önemli değeri haline getiriyor.
Bu yüzden ahlâki sorumlulukların, adanmışlığın, paylaşmanın değeri azalıyor.
Çünkü bunlar için zaman, emek ve fedakârlık gerekiyor. Oysa çağımız insanı, verdiği zamanı “çalınmış” saymaya başladı.
Bu yüzden atalarımızın kolaylıkla yaptığı şeyler bizim için zorlaştı:
Evlenmek, evli kalmak, dost bulmak, dost kalmak, bir topluluğa ait olmak…
Her şey daha kırılgan hale geldi.
Belki de uyanmamız gereken yer, “his” dediğimiz kavramdır.
Çünkü hislerimizi uyandırmadıkça, hayatın içindeki gerçek değeri göremeyiz.
Saye Aşkın