
Afrika’nın kalbinde, rüzgârın kumları savurduğu, güneşin gökyüzünde bir ateş topu gibi asılı kaldığı bir köy vardı.
Bu köyün tek nefesi, taş duvarın ortasına yerleştirilmiş eski bir musluktan gelirdi.
Musluk paslanmıştı, yüzeyi yılların tozuyla kaplanmıştı ama gölgesi hâlâ duvarın üzerinde dimdik dururdu.
Ve her damla, yere düştüğünde küçük bir serinlik halkası bırakır, halkayla birlikte suyun gölgesi toprağa yayılırdı.
Bir gün yağmurlar kesildi.
Kuyular susmaya, toprağın çatlakları derinleşmeye başladı.
Musluktan damlayan su inceldi, inceldi…
Ve sonunda tamamen durdu.
Artık gölgesi vardı ama içinde hayat taşıyan damlalar yoktu.
Gölgesiyle umut veren musluk, gölgesinde kuraklığı taşır olmuştu.
O sırada köyün ortasında, soğuk geceleri ısıtmak için ateşler yakılıyordu.
Ateş parlaktı, güçlüydü, etrafı aydınlatıyordu…
Ama hiç gölgesi yoktu.
Çünkü ateş, kendini ışığa teslim eden şeydi; gölgesizdi, iz bırakmazdı.
Isıtırdı ama aynı zamanda kuruturdu.
Ve insanlar fark etti ki, ateşin sıcaklığı suyun gölgesini silip götürüyordu.
Günler geçti, gölgesi olan her şey azaldı.
Ağaçların gölgeleri kısaldı, insanların gölgeleri bile öğle güneşinde yere yapıştı.
Ama ateş hâlâ oradaydı; gölgesiz, doymak bilmez…
Köyün yaşlı bilgesi, çocukları etrafına topladı ve fısıldadı:
“Bakın evlatlar… Su, gölgesiyle bile umut taşır.
Gölgesi olan şey yaşatır, gölgesiz olan ise tüketir.
Unutmayın, bazen en parlak olan, en çok yok edendir.”
Ve o günden sonra köy halkı, gölgeyi korumayı öğrendi.
Musluğu tamir ettiler, suyun sesini geri getirdiler.
Ateşi ise küçük tuttular; ısınmak için yeterli ama gölgesini çalmayacak kadar…
Saye Aşkın