
Efsaneye göre ilk üzüm tanesi, insanlığın en eski yolculuklarında, Mezopotamya topraklarında filizlendi.
Yüzyıllar boyunca göçlerle, ticaretle, dualarla ve şarkılarla dünyanın dört bir yanına yayıldı.
Antik Yunan’da Dionysos’un, Roma’da Bacchus’un simgesi oldu.
Bereketi, sevinci, dostluğu ve sarhoşluğu temsil etti.
Ama üzümün hikâyesi sadece mitlerle sınırlı değildir.
O, aynı zamanda insanın hayat yolculuğunun da sembolüdür.
Kuru bir dal düşünün…
Zamanla o daldan filizler çıkar, yapraklar açar. Ardından dalların ucunda salkımlar belirir.
Her salkım, onlarca taneden oluşur. Her bir tanenin tadı farklıdır ama bütünü bir araya geldiğinde, uyumlu bir bütünlük oluşturur.
İşte insan da böyledir: Tek başına bir bireydir ama değerini, bütüne kattığı lezzet belirler.
Üzüm, dalında değer görür. Ama bazen bir salkımın içinde, çürüyen ya da hastalanan taneler olur.
Onlar da sağlam olanlarla birlikte toplanır. Sonra hepsi aynı yolculuğa çıkar: Ezilirler.
Ezildikçe özleri, yani suyu çıkar. Ve o su, fıçılarda bekler.
Zamanla dönüşür: Şarap olur, sirke olur. Yani üzüm, ezilmeden özünü veremez; olgunlaşmadan gerçek değerini bulamaz.
Bu yolculuk bize şunu anlatır:
İnsan da hayatın baskılarıyla, acılarıyla, imtihanlarıyla ezildikçe özünü ortaya koyar.
Kimisi bilgeliğe dönüşür, kimisi sabra, kimisi ise sadece acıya… Ama her dönüşüm, ayrı bir kıymet taşır.
Peki hiç düşündünüz mü? Neden bu yolculuk sadece üzüme nasip olmuştur da başka meyveye değil?
Çünkü üzüm, binlerce yıldır insanın hem sofrasında hem kültüründe hem de ruhunda yer bulmuş en eski meyvedir.
Salkım halinde var olması, insanın topluluk bilincini hatırlatır: Birlikten gelen bereketi.
Üzüm, dünyanın bütün diyarlarına yayılmış, her kültürde iz bırakmış, en kadim meyvelerden biridir.
Belki de bu yüzden biz insanlar, kendi yolculuğumuzu anlatırken en çok ona benzeriz.
Çünkü onun her tanesi, bizim bir anımız; her salkımı, bizim bir topluluğumuz; her dönüşümü ise bizim hayata kattığımız anlamdır.
Saye Aşkın