Toplum olarak çok seviyoruz biz ajitasyonu.
Öyle çok seviyor ve anlıyoruz ki,
acı olayı yaşayandan bile daha iyi yaşıyor,
acıya iliklerimize kadar batıyoruz.
Kimse elimize su dökemez vesselam.
Gelsin acıya boğulmuş betimlemeler,
gitsin protestolar…
Şunu bilirim, söylerim:
Hiç kimse, tam olarak o olayı yaşamadan,
aynı acıyı hissetmeden, kimseyi anlayamaz.
Ancak miş gibi olur!
Biz, söz konusu yas olduğunda da durmuyoruz ki.
Ne yas yaşatıyoruz,
ne de “anladım seni” deyip susuyoruz.
Tam tersi, yarasına tuz basmayı iyi biliyoruz.
Rahat bırakın!
Kişiler acılarını bildiği gibi, istediği gibi yaşasın.
Size ne…
İster ağlar, ister susar, ister uzaklara dalar.
Susmayı bilmezsiniz.
Saygı duymayı bilmezsiniz.
Ne anlayış göstermeyi biliyorsunuz,
ne empati yapmayı.
Sohbetlerinize, dedikodularınıza başka konu bulun artık.
Yeter insanların acısını abarta abarta
dillerinize pelesenk ettiğiniz!
Yapmayın.
Savaşta yitip gidenler var;
saygı duyuyorsanız hepsine eşit derecede saygı duyun.
Herkes insan değil mi?
Nedir bu ayrımcılık, bu kayırmacılık?
Bizim en çok odaklandığımız şey: acı.
Kendi hayatımızda yoksa bile
acı çekecek bir şey yaratıyoruz.
Olmadı, komşununkine ortak oluyoruz.
Güya miş gibi yaşıyoruz.
Güya miş gibi acı çekiyoruz.
Güya canice öldürülmüş bir kadına acıyoruz.
Bir iki gün sohbetlerimize konu oluyor,
sonra unutulup gidiyor.
Miş gibi düşünceli,
Miş gibi duyarlı,
Miş gibi empatik hayatımıza devam ediyoruz.
Belki artık miş gibi yapmayı bırakıp
farklı bir çözüm düşünmek gerek.
Belki de gerçek, samimi bir insan olmaya çalışmak gerek…
Ne dersiniz?
Her daim bir umut vardır.
Aylin Özgür