Vaktin yavaş aktığı, dağların gökyüzüne yaslandığı bir vadide, tek başına bir Çınar yaşardı.
Kökleri yerin en derin sırlarına dokunmuş, dallarıysa gökyüzünün mavisine uzanmıştı.
Her sabah uyanır uyanmaz ilk işi Güneş'e bakmak olurdu. Çünkü Güneş onun ilkti.
Güneş de onu severdi. Işınlarıyla yapraklarını okşar, her sabah daha önce doğar gibi onun üstüne doğardı.
“Seninle başladım bu sabaha,” dercesine.
Ama Çınar’ın iç dünyasında başka bir sızı vardı.
O sızı rüzgârdan başka bir şey değildi. Rüzgâr geldiğinde Ağaç titrerdi – sadece soğuktan değil, özlemden.
Rüzgâr gelişigüzeldi. Ne zaman geleceği, ne kadar kalacağı bilinmezdi.
Ama geldiğinde her şeyi unuttururdu. Dallarında dans eder, yapraklarına fısıldar, gövdesine sarılır gibi geçerdi. “Ben buradayım,” derdi.
“Seninleyim, ama hep değil.”
Çınar sormazdı: “Neden gitmek zorundasın?”
Çünkü bilirdi. Rüzgarı tutamazsın. Onu sevmenin yolu, onun geldiği anı bir ömür gibi yaşamaktan geçerdi.
Güneş ise hep oradaydı. Sadık bir dost gibi her gün doğar, her gün batardı.
Varlığını hiç eksik etmezdi ama Çınar'ın kalbinde en derin iz bırakan o anlık esintilerdi.
Bir gün, Rüzgar hiç olmadığı kadar sert esti.
“Köklerinden bir dalını bırak benimle,” dedi.
“Gitmeden bir parçanı götürmek istiyorum.”
Ağaç düşündü.
Rüzgar bir parçasını istiyordu, Güneş ise tamamını büyütüyordu.
Birine ait olmanın ne demek olduğunu ilk kez o gün düşündü.
Ve o gece… Güneş batarken, Rüzgar durdu.
İlk kez durdu.
Ve şöyle fısıldadı:
“Ben kalamam ama seninle yaşadığım her anı sonsuzlukla çarpacağım. Benim aşkım geçici, ama sonsuz.
Güneş’in ki kalıcı, ama ulaşılmaz. Sen ise... ikimizin arasında kök salmış bir mucizesin.”
O günden sonra Ağaç büyümeye devam etti.
Yapraklarında Rüzgar’ın şarkısı, gövdesinde Güneş’in sıcaklığı vardı.
Bazen Rüzgar döndü, kısa kısa öptü onu.
Bazen Güneş saatlerce sarıldı gövdesine.
Ama Ağaç artık biliyordu:
Aşk, her zaman bir seçim değil.
Bazen bir varlık hali.
Ve bazen… Üç kişilik bir sessizlik içinde yaşanan en büyük bağ.