Bir gün bu dünyadan göçüp gittiğimizde, karşımıza hakedişlerimizi alacağımız bir vezne çıkmayacak. Ne numaratör ışığında sıramızı bekleyeceğiz, ne de görevli camın arkasından bize emeklerimizin fişini uzatacak. O yüzden bu alemde hak ettiğimiz ne varsa, almayı beklemekle değil, vermekle sınanacağız.
Dünya, büyük bir tiyatro sahnesi değil, daha çok bir kervansaraydır. Yolcular gelir, dinlenir, geçer. Kimi ses bırakır taş duvarlarda, kimi sadece bir gölge gibi süzülür gider. Bu yüzden “ben ne verdim” sorusu, “bana ne verdiler” sorusundan çok daha kıymetlidir bu yolculukta.
Çünkü bu alemde hak etmek; bazen susarak olur, bazen susamışa su uzatarak. Bazen bir yüreği taşkından kurtarırsın, kimse bilmez. Bazen sadece omuz olursun yıkılana, alkışlanmazsın. Ve bazen tüm ömrünü bir çiçeğe güneş olmaya adarsın, sen solarken bile kimse fark etmez. Ama işte tam orada başlar gerçek hak ediş. Gözle görülmeyen, terazilerde tartılmayan, yalnızca kalple ölçülen bir terazide…
Hayat bir kantar değil, bir yankıdır. Ne verirsen, dönüp dolaşıp bir başka sesten sana ulaşır. Belki aynı tonda değil, belki aynı biçimde hiç değil, ama evrenin bir yerinden yankılanır çaban, sabrın, iyiliğin. Ve bazen hak ettiğini değil, ihtiyacın olanı verir sana hayat. Çünkü bu düzen, bizim zannettiğimiz kadar mekanik değil. Burada matematik işlemez; burada niyet hesaplanır.
O yüzden, “neden karşılık bulamadım” diye yanıp tutuşma. Belki senin tohumun, senin göremeyeceğin bir mevsimde çiçek açacak. Belki senin yaktığın kandil, bir başkasının gecesini aydınlatacak. Ve belki de sen, hayal bile edemeyeceğin bir güzelliği, hiç ummadığın bir köşede bulacaksın. Çünkü bu alemde vezne yok; ama adalet var. İlahi, görünmez, şaşmaz bir dengeyle…
Yani… Hakkını aramak değil, hakkını vermekle mükellefiz bu dünyada. Çünkü burası; alın terinin değil, gönül terinin sınandığı bir yer.
Nimet Ünal Mızraklı
@nisanrain