Bazı insanları hiç tanımadan yargılarız.
Bazılarını tanıdıkça… daha da sertleşiriz.
Kimi zaman sokakta gördüğümüz birine içimizden geçen bir düşünceyle,
kimi zaman en yakınımıza söylediğimiz kırıcı bir cümleyle yargılarız.
Sonra da kendimizi “doğruyu söylüyorum” diye savunuruz.
Oysa çoğu zaman doğruyu değil, acımızı dile getiririz.
Birini yargılarken içimdeki ses bazen çok tanıdık geliyor bana.
Sanki o sesi yıllardır taşıyorum.
Sanki o cümle ilk bana söylenmişti de, ben şimdi bir başkasına söylüyorum.
“Yeterince iyi değilsin.”
“Kimse seni böyle sevmez.”
“Yine başarısız olacaksın.”
O kadar tanıdık ki…
İnsan en çok, kendine söylediğini başkasına söyler.
Yaralı yerimizden konuşuruz.
Birini küçümsediğimizde, aslında bir zamanlar kimsenin bizi fark etmediği o günleri hatırlarız.
Birini kıskandığımızda, kendi içimizde göremediğimiz potansiyelimize küseriz.
Birini suçladığımızda, içimizdeki suçluluk sesinin bize ne kadar acı verdiğini fark etmeyiz bile.
Bugün birini yargıladım.
Sessizce, içimden.
Ve sonra durdum.
“Ben şimdi aslında ne hissediyorum?” diye sordum kendime.
Cevap: Kıskandım.
Ve ardından şu geldi: Kendimi yetersiz hissettim.
İşte yara oradaydı.
Ve yargı, yaranın diliydi.
Şefkat, bu dili öğrenmekle başlıyor sanırım.
Kendine bakmayı öğrendiğinde, başkalarını da başka gözle görmeye başlıyorsun.
Yargının yerini merak alıyor.
“Sana bu davranışı yaptıran acın neydi?” diye sormak geliyor içinden.
Ve bazen en beklemediğin yerde, kendinle yüzleşiyorsun.
Yargılayan, yaralıdır.
Ama iyi haber şu ki…
Yarasıyla yüzleşen, özgürleşir.
Eğitmen-Yazar-Nefes Koçu
Nimet Ünal Mızraklı