Hatice Meriç Doruk
Köşe Yazarı
Hatice Meriç Doruk
 

BİR BAŞKA KASIM

Biz sıradan insanlar... Sabahları sıcacık yataklarımızdan işe ya da okula gitmek için nazlanarak kalkıyoruz. Çoğumuz bir fincan kahve içmeden kendimize gelemiyoruz. Arabamıza biniyoruz, duraklarda bekliyoruz, sokaklarda yürüyor, pastane önlerinde az sonra yapacağımız simit çay keyfi için sıraya geçiyoruz. Yolun uzunluğundan, sabah çok erken uyanmaktan, toplu taşımada sıkışmaktan, her gün aynı şeyi yapmaktan, derslerin zorluğundan, işlerin yoğunluğundan dert yana yana güne başlıyoruz. Okullarda sıralar rahat değil, dersler sıkıcı. Öğretmenler ömür törpüsü. Üstelik telefon yasak. Ofiste bilgisayar başında belimiz iki büklüm, hepimizde gözlük. İş arkadaşları dedikoducu, patronların işi gücü mobbing. Arada birkaç video izlemesek, ekrandan borsa takip edemesek çekilecek çile değil.  Arkadaşlarla uzun müzakereler sonucu ne yiyeceğimize zar zor karar veriyoruz. Çoğunlukla yeni açılmış bir restoranda yeni bir şeyler deneyimliyoruz ya da canımız dışarı çıkmak istemezse ofise söylüyoruz. En kötü evden getirdiğimizi yiyoruz. Yediklerimizi de binbir çeşit vitaminle takviye ediyoruz. Hayat çok zor ve sıradan. Aklımız fikrimiz; ne yesek, ne yapsak, nereye gitsekde… Günün ikinci kahve keyfi sırasında online alışveriş sayfalarında geziniyor, ihtiyaçlarımızı karşılıyoruz. En yeni trendlerden haberimiz var. İstediğimiz şeye kolayca ulaşıyoruz.  Gün bitince, sabahki aynı çileyle geri dönüyoruz. Çay, kahve, meyve ve yatak. Hafta sonları aile gezmeleri, doğa yürüyüşleri, AVM turları, imkânı olanlar için eğlence mekânları. Lakin kahvemiz soğusa travmamız tetikleniyor, çocuğumuzun öksürme ihtimali olsa soluğu doktorda alıyoruz. Hastaneler yalnızca sağlık problemlerimizi değil, dişten buruna kadar tüm estetik kaygılarımızı da yok ediyor.  Ama yine de mutsuz, bir şeyler eksik hissediyoruz.  Oysa biz konforun içinde şikâyet ederken, bir zamanlar bu topraklarda biri vardı; nefesini bile bu vatan için harcayan biri. 1881’den 10 Kasım 1938’e kadar… Çocukluğu yatılı okullarda geçti. Evden, annesinden, sevdiklerinden uzak. Onun ofisi cephelerdi, hayatı boyunca bir cepheden diğerine koştu. Bu yüzden kısacık ömründe hep sağlık problemleri ile boğuştu.  Bazen Doğu cephesinin dondurucu soğunda, bazen Trablusgarp’ın yakıcı sıcağındaydı. Ama yansa da, donsa da hep askeri ile birlikte çekti çileyi.  Manastır’da daha 15 yaşındayken sıtmaya yakalandı. Eve gidecek bile gücü yoktu. Annesi Selanik’ten Manastır’a gelmek zorunda kaldı. Derne’de çarpışırken gözünden yaralandı. Hastaneye gitmedi. Cepheden ayrılmadı. Savaşmaya devam etti.   Çanakkale, Conkbayırı’nda yoğun top atışı sırasında göğsünden yaralandı. Şans eseri şarapnel parçası saatini parçalamıştı. Bir kez daha ölümden döndü. “Vuruldun,” diyen arkadaşına susmasını söyledi. “Asker duymasın Nuri…” Bu olaydan kısa bir süre sonra Eylül 1915’de yine hastalandı. Ateşi çok yüksekti, şiddetli öksürüğü vardı. Yine sıtmaya yakalanmıştı. Hayatı boyunca tam 11 kez sıtmaya yakalanacaktı. Yatıp dinlenmeye vakti olmadığından çoğunluğunu ayakta geçirecekti. Şubat 1919’da Samsun için hazırlık yaptığı sırada bu sefer İspanyol gribine yakalandı. Ateşi yine çok yüksekti, günlerce ateşler içinde yandı. Ama 19 Mayıs’ta Bandırma Vapurundan Samsun’a inmeyi başardı.   Yakup Kadri’nin hatıralarından öğreniyoruz ki ,TBMM’NİN açıldığı sıralarda şiddetli böbrek ağrısı çekiyor, eli belinde geziyordu.  O halde sabahlara kadar kader arkadaşlarıyla toplantılar yapıyordu. Hızını hiç kesmedi. İkinci İnönü Savaşı sırasında aniden sol yanağında çıkan ve git gide büyüyen çıbanla uğraştı.  Bitmedi. 16 Ağustos 1921,Sakarya Meydan Savaşı arifesinde aniden ürken atından düştü. İlk müdahale cephede yapıldı. Göğüs kafesini tahta parçasıyla sardılar. Cebeci Hastanesine götürdüler. Sol kaburga kemiklerinden üçü kırıldığı için nefes almakta zorlanıyordu. Üstelik kırık olan bölgede kan birikmişti.  17 Ağustos 1921’de bandajlı bir şekilde yola çıktı. Cumhuriyet’in ilanıyla beraber sağlık sorunlarıyla uğraşmaya devam etti. Ömrü cephelerde geçtiği için diş problemlerini hep ötelemişti. Dişlerini de çok erken, çok genç yaşta kaybetti. Hatta damağını korkunç derecede acıtan hareketli diş protezleri yüzünden 29 Ekim 1923’de yaptığı konuşmayı kısa tutmak zorunda kaldı. Kalbindeki problem de  1923 yılında fark edildi. Ama o tetkiklerin yapılmasına izin vermedi. Duramazdı. Genç Türkiye için yapılacak çok şey vardı. Aceleci ve heyecanlıydı. Belki de vaktinin çok az olduğunu hissediyordu. Bu tarihten itibaren burun kanamaları da başladı. Doktorların haberi olmaması için elinden geleni yaptı. Kan bulaşmış eşyalarını köşkün çalışanları doktorlara göstermeden gizlice temizlediler. Tarihler 27 Mayıs 1927’i gösterdiğinde üçüncü kez kalp spazmı geçiriyordu. Ne çalışmayı bıraktı, ne de adamakıllı tedavi olmak için gayret gösterdi. Ve 1936’ya geldiğimizde bacaklarında kaşıntılar ve ağrılar başladı. Çok zor günler geçiriyordu.  O günün şartlarında bir türlü doğru teşhis konulamamıştı. Burun kanamaları da şiddetini arttırarak devam ediyordu. Nihayet 1938 yılında bir Türk doktor doğru teşhisi koydu. Karaciğer yetmezliği… Kısa bir süre sonra üstüne zatürree oldu, durumu ağırlaştı. Tüm bunlara bir de o yıllarda henüz ilacı olmayan siroz da eklendi. Doktorunun tavsiyesi ancak bol bol meyve tüketmesi oldu. O yıl 29 Ekim törenlerine katılamadı. Üzüntüsü çok büyüktü. Kendisini teselli etmeye çalışan Sabiha Gökçen’e değil bir sonraki bayramı belki de Kasım ayını çıkaramayacağını söyledi. Öleceğini biliyordu. Dediği gibi de oldu… Belli aralıklarla doktorlar karnından su çekiyorlardı. Her defasında daha da halsizleşti, yemeden içmeden kesildi. Hayatında ilk defa canının çektiği enginar Hatay’dan zamanında gelmedi, paşamıza yetişemedi. Sadece 57 yaşındaydı. 10 Kasım 1938’de Dolmabahçe’de Mustafa Kemal’i kaybettik. Bütün bir ömrünü bize adamıştı. Biz rahat edelim; refah ve barış içinde yaşayalım diye… Tek düşüncesi genç nesillerdi. Bizim sıradan günlerimiz, onun hayalini kurduğu “gelecek”ti.
Ekleme Tarihi: 22 Kasım 2025 -Cumartesi

BİR BAŞKA KASIM

Biz sıradan insanlar...
Sabahları sıcacık yataklarımızdan işe ya da okula gitmek için nazlanarak kalkıyoruz.

Çoğumuz bir fincan kahve içmeden kendimize gelemiyoruz.

Arabamıza biniyoruz, duraklarda bekliyoruz, sokaklarda yürüyor, pastane önlerinde az sonra yapacağımız simit çay keyfi için sıraya geçiyoruz.

Yolun uzunluğundan, sabah çok erken uyanmaktan, toplu taşımada sıkışmaktan, her gün aynı şeyi yapmaktan,

derslerin zorluğundan, işlerin yoğunluğundan dert yana yana güne başlıyoruz.
Okullarda sıralar rahat değil, dersler sıkıcı. Öğretmenler ömür törpüsü. Üstelik telefon yasak.
Ofiste bilgisayar başında belimiz iki büklüm, hepimizde gözlük. İş arkadaşları dedikoducu, patronların işi gücü mobbing.

Arada birkaç video izlemesek, ekrandan borsa takip edemesek çekilecek çile değil. 
Arkadaşlarla uzun müzakereler sonucu ne yiyeceğimize zar zor karar veriyoruz.

Çoğunlukla yeni açılmış bir restoranda yeni bir şeyler deneyimliyoruz ya da canımız dışarı çıkmak istemezse ofise söylüyoruz.

En kötü evden getirdiğimizi yiyoruz. Yediklerimizi de binbir çeşit vitaminle takviye ediyoruz.
Hayat çok zor ve sıradan.
Aklımız fikrimiz; ne yesek, ne yapsak, nereye gitsekde…
Günün ikinci kahve keyfi sırasında online alışveriş sayfalarında geziniyor, ihtiyaçlarımızı karşılıyoruz.

En yeni trendlerden haberimiz var. İstediğimiz şeye kolayca ulaşıyoruz. 
Gün bitince, sabahki aynı çileyle geri dönüyoruz.
Çay, kahve, meyve ve yatak. Hafta sonları aile gezmeleri, doğa yürüyüşleri, AVM turları, imkânı olanlar için eğlence mekânları.

Lakin kahvemiz soğusa travmamız tetikleniyor, çocuğumuzun öksürme ihtimali olsa soluğu doktorda alıyoruz.

Hastaneler yalnızca sağlık problemlerimizi değil, dişten buruna kadar tüm estetik kaygılarımızı da yok ediyor. 
Ama yine de mutsuz, bir şeyler eksik hissediyoruz.
 Oysa biz konforun içinde şikâyet ederken, bir zamanlar bu topraklarda biri vardı; nefesini bile bu vatan için harcayan biri.
1881’den 10 Kasım 1938’e kadar…
Çocukluğu yatılı okullarda geçti. Evden, annesinden, sevdiklerinden uzak.
Onun ofisi cephelerdi, hayatı boyunca bir cepheden diğerine koştu.

Bu yüzden kısacık ömründe hep sağlık problemleri ile boğuştu.
 Bazen Doğu cephesinin dondurucu soğunda, bazen Trablusgarp’ın yakıcı sıcağındaydı.

Ama yansa da, donsa da hep askeri ile birlikte çekti çileyi. 
Manastır’da daha 15 yaşındayken sıtmaya yakalandı. Eve gidecek bile gücü yoktu.

Annesi Selanik’ten Manastır’a gelmek zorunda kaldı.
Derne’de çarpışırken gözünden yaralandı. Hastaneye gitmedi.

Cepheden ayrılmadı. Savaşmaya devam etti.  
Çanakkale, Conkbayırı’nda yoğun top atışı sırasında göğsünden yaralandı.

Şans eseri şarapnel parçası saatini parçalamıştı.

Bir kez daha ölümden döndü. “Vuruldun,” diyen arkadaşına susmasını söyledi. “Asker duymasın Nuri…”
Bu olaydan kısa bir süre sonra Eylül 1915’de yine hastalandı.

Ateşi çok yüksekti, şiddetli öksürüğü vardı.

Yine sıtmaya yakalanmıştı. Hayatı boyunca tam 11 kez sıtmaya yakalanacaktı.

Yatıp dinlenmeye vakti olmadığından çoğunluğunu ayakta geçirecekti.
Şubat 1919’da Samsun için hazırlık yaptığı sırada bu sefer İspanyol gribine yakalandı.

Ateşi yine çok yüksekti, günlerce ateşler içinde yandı.

Ama 19 Mayıs’ta Bandırma Vapurundan Samsun’a inmeyi başardı.  
Yakup Kadri’nin hatıralarından öğreniyoruz ki ,TBMM’NİN açıldığı sıralarda şiddetli böbrek ağrısı çekiyor, eli belinde geziyordu. 

O halde sabahlara kadar kader arkadaşlarıyla toplantılar yapıyordu. Hızını hiç kesmedi.
İkinci İnönü Savaşı sırasında aniden sol yanağında çıkan ve git gide büyüyen çıbanla uğraştı. 
Bitmedi.
16 Ağustos 1921,Sakarya Meydan Savaşı arifesinde aniden ürken atından düştü. İlk müdahale cephede yapıldı.

Göğüs kafesini tahta parçasıyla sardılar. Cebeci Hastanesine götürdüler.
Sol kaburga kemiklerinden üçü kırıldığı için nefes almakta zorlanıyordu.

Üstelik kırık olan bölgede kan birikmişti. 
17 Ağustos 1921’de bandajlı bir şekilde yola çıktı.
Cumhuriyet’in ilanıyla beraber sağlık sorunlarıyla uğraşmaya devam etti.

Ömrü cephelerde geçtiği için diş problemlerini hep ötelemişti. Dişlerini de çok erken, çok genç yaşta kaybetti.

Hatta damağını korkunç derecede acıtan hareketli diş protezleri yüzünden 29 Ekim 1923’de yaptığı konuşmayı kısa tutmak zorunda kaldı.
Kalbindeki problem de  1923 yılında fark edildi.

Ama o tetkiklerin yapılmasına izin vermedi. Duramazdı.

Genç Türkiye için yapılacak çok şey vardı. Aceleci ve heyecanlıydı.

Belki de vaktinin çok az olduğunu hissediyordu.
Bu tarihten itibaren burun kanamaları da başladı.

Doktorların haberi olmaması için elinden geleni yaptı.

Kan bulaşmış eşyalarını köşkün çalışanları doktorlara göstermeden gizlice temizlediler.
Tarihler 27 Mayıs 1927’i gösterdiğinde üçüncü kez kalp spazmı geçiriyordu.

Ne çalışmayı bıraktı, ne de adamakıllı tedavi olmak için gayret gösterdi.
Ve 1936’ya geldiğimizde bacaklarında kaşıntılar ve ağrılar başladı.

Çok zor günler geçiriyordu.  O günün şartlarında bir türlü doğru teşhis konulamamıştı.

Burun kanamaları da şiddetini arttırarak devam ediyordu.

Nihayet 1938 yılında bir Türk doktor doğru teşhisi koydu. Karaciğer yetmezliği…

Kısa bir süre sonra üstüne zatürree oldu, durumu ağırlaştı.

Tüm bunlara bir de o yıllarda henüz ilacı olmayan siroz da eklendi.

Doktorunun tavsiyesi ancak bol bol meyve tüketmesi oldu.
O yıl 29 Ekim törenlerine katılamadı. Üzüntüsü çok büyüktü.

Kendisini teselli etmeye çalışan Sabiha Gökçen’e değil bir sonraki bayramı belki de Kasım ayını çıkaramayacağını söyledi.

Öleceğini biliyordu.
Dediği gibi de oldu…

Belli aralıklarla doktorlar karnından su çekiyorlardı. Her defasında daha da halsizleşti, yemeden içmeden kesildi.

Hayatında ilk defa canının çektiği enginar Hatay’dan zamanında gelmedi, paşamıza yetişemedi.
Sadece 57 yaşındaydı.
10 Kasım 1938’de Dolmabahçe’de Mustafa Kemal’i kaybettik.
Bütün bir ömrünü bize adamıştı. Biz rahat edelim; refah ve barış içinde yaşayalım diye…

Tek düşüncesi genç nesillerdi.
Bizim sıradan günlerimiz, onun hayalini kurduğu “gelecek”ti.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (2)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve rotayonhaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Selçuk Doruk
(10.11.2025 14:03 - #2469)
Tebrik ederim Hocam. Yine su gibi okutan, her kelimeyi adeta yaşatan bir yazı olmuş, yüreğinize sağlık! Atamız'a da Allah'tan bir kez daha rahmet olsun bu anlamlı vesile ve milli anma günümüzde.
Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve rotayonhaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
(0) (0)
Kingardahan
(10.11.2025 14:59 - #2470)
Süper, elinize sağlık, büyüksün Atam
Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve rotayonhaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
(0) (0)
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.