Kendine güvenen insanın ne pahalı markalara ne de şatafatlı süslere ihtiyacı vardır. Çünkü onun ışığı yürüyüşüne, duruşuna, gülüşüne, bakışına ve kelimelerine sinmiştir. Farkının farkındadır; kim olduğunu bilir, ne istediğini de... İlgiye, alkışa, onaylanmaya mecbur değildir. Kendini var etmek için başkalarının yokluğuna ihtiyaç duymaz. Ya siyah der, ya beyaz; hayatında griye yer yoktur.
Toplumda özgüvenle kibir sıkça karıştırılır. Oysa bu ikisi arasında dağlar kadar fark vardır. Kibirli insan hep “ben” der; karşısındakinin fikrini küçümser ya da duymazdan gelir. Özgüvenli insan ise kendi doğrularına sahip çıksa da, başkalarının fikrinden yeni doğrular devşirebileceğini bilir. İnsanları dikkatle dinler. Eleştirileri, övgüyü ya da yergiyi süzgeçten geçirip en doğru olanı kendi içinde tartar.
Özgüvenin temelleri çocuklukta, hatta anne karnında atılır. Annenin yaşadığı psikolojik sıkıntılar bebeğe de geçer. Doğduktan sonra da bebeklere sevgiyle, şefkatle yaklaşmak gerekir. “Bu çocuk anlamaz” demeyin. İnanın, anlıyorlar. Onlara “yapamazsın” demek yerine “sana güveniyorum” demek, zihne kazınan en güçlü motivasyon olur.
Çocuğun her işine koşmak değil, kendi becerilerini ortaya koymasına fırsat vermek gerekir. Güvenilen bir çocuk, gençliğe daha sağlam adımlarla geçer. Gençlikte ise eleştiriden çok anlaşılmaya, yargılanmaktan çok dinlenmeye ihtiyaç duyarlar. Dinlenen, değer verilen bir genç, özgüveni de beraberinde taşır.
Ve biz yetişkinler… Elbette insanız. Zaman zaman yetersiz hissedebiliriz. O anlarda içimizi başarma korkusu sarabilir. Ama özgüven, o korkuların üstüne gitmekte gizlidir. “Yapamam” dediğin şeye bir adım daha atarsan, “yaptım” demeye bir adım daha yaklaşırsın.
Çünkü en kıymetli marka, insanın içindeki ışıktır.
Sevgi ve saygılarımla,
Raziye Gökbudak